Kader

Bir çita bir antilobu yakalayıp öldürür. Hayatta kalmak için gerekli enerjiyi sağlar ve genlerini devam ettirir. Bir aslan, lideri olduğu yeni grupta kendisinden önceki erkek aslanın yavrularını öldürür. Böylelikle liderliğini koruyamayan aslanların genleri devam etmez. Kertenkele yeterince güçlü olmayan yavrularını yer, böylelikle enerjinin başka bir avcıya gitmesini engeller. Kimse yadırgamaz. Hayat, hayatta kalmak için ne gerekiyorsa onu yapanlardan devam eder.

Buna karşılık, herkesçe bilinen hikâyede, Adem peygamberin oğullarından Kabil, Habil’i öldürmüştür. Bunu hayvanlar gibi içgdüleriyle değil, insana özgü bilinçli bir kararla yapmıştır. Dünyada bir avuç insan varken, haset cinayete neden olmuştur. Şimdi düşününce tüylerimizin ürpermesi gerekir; hayatta kalmaya odaklı bir dünya düzeninde genlerimiz bu çağa ulaştığına göre bizler cinayet işleyenlerin, kıskançların, öfkesini kontrol edemeyenlerin devamı mıyız?

Üst-insan

Gelecek nesli bireysel olarak üstün genlerin devamı ile oluşturamaz mıyız? İnsan üzerinde yapay seçilim mümkün değil midir? Kasıtlı olarak üstün özellikteki insanların üremesi yoluyla daha üstün bir insan nesli ortaya çıkmaz mı? Ya da hangi millet genler nedeniyle daha üstündür?
İnsanlığı inşa etmeyi kimin hak ettiğini genler yoluyla bulamaz mıyız?

Benzer sorulara verdikleri cevapları, Nietzsche’nin ‘‘Böyle Buyurdu Zerdüşt’’ kitabındaki üst-insan kavramını tersinden anlayarak idealleştiren Naziler, fikri olgunlaşma ile biyolojiyi aşmak yerine biyolojiyi kullanarak fikri olarak da üstün bir ırka ulaşacaklarını düşünmüşlerdi. İkinci Dünya Savaşı yıllarında üstün ırkı ortaya çıkarmak için, aşağı olduklarını düşündükleri insanları katlettiler. Hatta, üstün özellikteki insanların çiftleştirildiği çiftlikler kurmuşlardı. Hafızamızda yer etmiş; insanların kafatasının, bıyığının ölçüldüğü görseller o dönemden kalmadır.

Bilim doğal seçilim kavramını gözler önüne serdikten sonra da, neden Batı’nın dünyaya hükmettiği görüşü beyaz insanın daha zeki ya da üstün olduğu ile açıklanmaya çalışılmıştı. Böylelikle eninde sonunda Batılı anlayışın hâkim olacağı, onların genlerinin devam edeceği düşünülüyordu.

Kültür

200.000 yıl önce, yeryüzündeki herkesin atası Afrika’da idi. 100.000 yıl önceden başlayarak zamanla dünyanın başka yerlerine dağılma başladı. Her bölgedeki insanlar orada hayatta kalmak için gerekli davranışlar geliştirdi. Kimi yünleri örüp sıcak tutacak kıyafetler yaptı, kimi pirinç ekti, kimi Nil nehrinin ne zaman taşacağını hesaplamak için
takvimi geliştirdi.

İnsanlar, diğer canlılarda olmayan bir bilgi birikimi geliştirerek gittikleri yeni ortama biyolojik olarak adapte olmaya ihtiyaç duymadan, adapte olamayanların elenip sağ kalanların özellikler kazanmasını beklemeden uyum sağladılar. Bunu da bilgi birikimiyle yani kültürle yaptılar. Hayat boyu kullandığımız ‘‘kültür’’ kavramı budur: insanlığın,hayvanlardan farklı olarak doğaya ilave kendi yarattığı dünya düzeninde hayatta kalmak için ürettiği, nesilden nesile aktarılan ve sürekli üzerine yeni şeyler eklenen bilgi birikimi.

Sıcak bölgelerde et çabuk bozuluyordu, tarih öncesinde ve tarihin büyük kısmında buzdolabı yoktu. İnsanlar ete acı kattıklarında daha uzun süre dayandığını keşfettiler. Mikroorganizmaların hayatta kalması için sıcaklık, su aktivitesi, asitlik gibi koşulların uygun olması gerekir. Acı katmak, asitliği artırarak mikroorganizmaları inhibe ediyordu. Ayrıca kurutmak, şeker katmak, tuz katmak gibi işlemler su aktivitesini azaltıp mikroorganizmaları durduruyordu. Ve fermantasyon bilinçli olmadan keşfedildi. Baharatlı ve acı yeme kültürleri, sebze ve meyvelerin kurutulmaları, reçel, sucuk gibi ürünler doğdu. Bunların her biri bir gıda dayandırma yöntemidir ve kültürün bir parçasıdır. Mikroorganizmanın ne olduğunu öğrenmeden binlerce yıl önce, gıdaların dayandırılma yöntemi keşfedilmiştir. Bugün ‘‘kültür’’ diye bildiklerimiz, biyolojik yasaların sonuçlarıdır.

Mem

1774 yılında Goethe, Genç Werther’in Acıları kitabını yazdı. Almanya başta olmak üzere Avrupa’da yıllar içerisinde iki bine yakın genç, kitabın sonundan etkilenip intihar etmiştir. Bir şekilde o kitabı okuduktan sonra intihar etme fikri salgın gibi yayılmış, gençler birbirini izlemiştir.

Taklit, insanlık için oldukça önemlidir. Bugün ayna nöronlardan haberdarız, insanların diğer hayvanların oluşturamayacakları kadar büyük topluluklar oluşturabilmeyi avantaja çevirdiği için dünyanın hâkimi olduğunu biliyoruz. Bizi topluluk içerisinde yaşayacak şekilde tutmaya çalışan oksitosin ve serotonin hormonlarına sahibiz. Grup içinde bireyken düşündüğümüzden farklı düşünce ve davranışlar sergiliyoruz. Pek çok biyolojik yönümüz, diğer insanlardan etkileniyor.
Taklit, insan beyni konusunda apayrı bir başlıktır.

Kitap yıllarca yasaklandıktan sonra serbest bırakılmıştır, ancak intiharları durduran bu değildir. Ayrıca bugün hâlâ dünyanın en çok okunan kitaplarındandır ve intihara neden olmamaktadır. Taklit davranış intihar eden gençlerle birlikte son bulmuştur, ancak kitaptaki fikir hâlâ çağlar boyu devam etmektedir. Peki, neden intihar etmek tüm insanlığa yayılmamıştır? Çünkü genlerin kaybolması ile sonuçlanan davranışlar bir sonraki nesle aktarılmaz. Dolayısıyla intihar ederseniz, genleriniz kaybolur; intihar etmeyenlerin genleri devam eder ve gelecek nesle intihar etmek davranışı aktarılmaz. Genler, hayatta kalıp çocuk sahibi olanlar üzerinden devam eder. Ama aynısı fikirler için geçerli değildir. Birinin ölmesi fikri öldürmez. Goethe’nin fikirlerini
yüzyıllar sonra hâlâ kitapçılarda bulabilirsiniz.

Doğal Seçilim

Fosil bulguları Asya’da milyonlarca yıl önce Panthera adı verilen büyük bir kedi cinsinin yaşadığını gösterir. Bu büyük kedi geniş bir alana yayılmıştır. Zamanla her bölgede, orada yaşayanlar, koşullara bağlı bazı değişiklikler gösterirler. Bazıları grup olarak avlanarak hayatta kalabilmiş ve bugün her zaman aile olarak görülmektedir. Bazılarının bulunduğu ortamda gizlenmesini kolaylaştıran çizgileri olanları hayatta kalmıştır ve bugün çizgileri ayırıcı özellikleridir. Bazılarının küçük olanları daha çok hayatta kalmıştır; bazılarının çevik, kiminin hızlı olanları. Böylece Panthera adı verilen tek bir ‘‘cins’’ kediden pek çok ‘‘tür’’ ortaya çıkmıştır.

Bugün bu kedilere aslan, kaplan, jaguar, pars, kar leoparı diyoruz. Bilimsel olarak Panthera leo, Panthera tigris, Panthera onca, Panthera pardus, Panthera uncia olarak adlandırıyoruz. Belirli bir tarihten öncesine ait kaplan fosili bulamazsınız, çünkü yeryüzünde böyle bir canlı yoktu. Ama atalarının fosillerini bulursunuz. Yeryüzünde gördüğümüz ‘‘tür’’ler, ‘‘cins’’lerden ortaya çıkmıştır. Hayatta kalmak spesifik koşullara bağlı oldukça ortak atadan ayrışma gözlenir.

Yapay Seçilim

Bir kartal ya da saksağan yaşadığı ortamda kanatlarını kullanamadığında hayatta kalamaz. Böylelikle o tür içinde uçmaya devam edenlerin genleri devam eder, uçmayı engelleyecek davranışlar tür içerisinde yaygınlaşmaz. Ancak penguenler ve deve kuşları, kuş oldukları
halde uçamazlar. Bu canlılar için kanatları kullanmakla hayatta kalma ilişkisi kalmadığından uçma yeteneği zamanla kaybolmuştur.

Genleri bir sonraki nesle aktardığınızda, o güne kadar hangi özelliklerinizi kullanıp kullanmadığını bilgisi de aktarılır. Genler, sonraki nesle neye daha az enerji gerektiğini veya gerekmediğini bildirir. Böylelikle bazı özellikler zaman içinde körelir. Tam tersi nedenlerle de bir memeli olan yarasa zamanla uçma yeteneği kazanmıştır, çünkü
hayatta kalması uçmaya bağlı olmuştur. Kullanılan özelliklerin devam ettiği, kullanılmayanların köreldiğini keşfeden insanlar, kasıtlı olarak bitki ve hayvanların bazılarının nesli üzerinde değişiklik yapmışlardır. Buna ‘’yapay seçilim’’ denir. Tavuk, koyun, köpek gibi canlılar, insan eliyle üretilmiş yapay seçilim örnekleridir.

Gen

1859 yılında, Avustralya’da yaşayan Thomas Austin isimli biri avlamak amacıyla İngiltere’den 24 adet tavşan getirir ve doğaya bırakır. Bu basit davranış, tüm kıtayı etkileyecek ve yüz yıl boyunca çözüm aranacak vahim olayların başlamasına neden olur. Dişisi dört aylıkken yavrulayabilen, aynı yıl içinde birkaç kez ve her seferinde onlarca yavru doğuran, ayrıca Avustralya kıtasında hiç doğal avcısı olmayan tavşanlar birkaç yıl içinde bir milyon, altmış beş yıl içinde on milyar adede ulaşırlar.

Kendi doğal ortamında sevimli ve zararsız bildiğimiz bu canlıların milyarlarcası Avustralya kıtasında tüm bitki örtüsünü kemirip hektarlarca yeşil araziyi kurak bir alana çevirirler. Yerli hayvan ve bitki türleri çok büyük bir tehlike ile karşı karşıya kalır. Ronald Giphart, yaşanan bu durumun tavşanlar için artı uyuşmazlık sağlarken, diğer canlılar için eksi uyuşmazlık sağladığını söyler. Aynı durum, dünyada insanın ulaştığı her yerde yaşanmıştır.

Tavşanları durdurmak için her şey yapılır. Doğaya tilkiler salınır, kapanlar kurulur, tüfekler ateşlenir; ama nafile. En sonunda kıta boyunca 3200 kilometre uzunluğunda bir çit çekilir. İnsanlar, tavşanların geçmemesi yasayla ve setlerle engellenmeye çalışılan bir alan içinde yaşamak zorunda kalırlar. En sonunda başka bir kıtada, aynı tür tavşanlarda hastalığa yol açan ‘‘miksoma’’ isimli bir virüs önerilir ve çare olarak kullanılır. Bu virüs Avustralya kıtasına bilinçli olarak yayılır. Gayet de işe yarar. İki yıl içinde tavşanların %90’ı ölür.

Ama hesap edilmeyen bir şey olur ve doğanın en basit ve temel yasası işler. Tavşanların tümü ölmemiştir, hayatta kalanlar üremeye devam ederler. Virüsten etkilenmeyenler, sayıları ne kadar az da olsa, hayatta kalmalarını sağlamış özellikleri bir sonraki nesle aktarırlar. Hem anneden hem babadan aynı özelliklerin yavruya geçmesiyle, virüsten etkilenmeyenler soylarını devam ettirir. Artık Avustralya kıtasındaki tavşanlar miksoma virüsünden etkilenmemektir. Yapılan bilinçli biyolojik saldırı, virüsten etkilenenlerin soyunun kurumasına neden olmuş ancak virüsten etkilenmeyen bir tür ortaya çıkmasını sağlamıştır. Tavşanlar bir nesilde mutasyona uğramıştır.